“ SAADET NİNE: Hep böyle yapıyorsunuz. Hep, daha önce
yapmıştık, daha önce yaşamıştık diyorsunuz. Aklımı karıştırıyorsunuz. Uyumak
istiyorum, daha önce uyumuştun diyorsunuz. Her şey daha önce olmuş.” s.14
*
“ SAFFET (yapmacık bir telaşla): Aman felsefe yapma!
COŞKUN: Yapacağım.
Ve düşüneceğim. Ülkemizde suç sayılan ne kadar şey varsa hepsini yapacağım.”
s.17
*
“ EMEL (bir şey hatırlamış gibi güler): Bu sanatı ciddiye
alanlar da var. Saffet’in bir arkadaşıyla tanıştım... (Birden susar.)
SERVET: Ne oldu?
EMEL: Hiç. İyi bir
insan. (Durur.) Oyunlar yazıyor.
SERVET: Oyun mu
yazıyor? Neden bana haber vermediniz? Nasıl yerli oyun sıkıntısını çektiğimi
bilmiyor musunuz?
EMEL (çekinerek):
Canım kısa denemeler yapıyor henüz. (Kendi kendine) Nerden başladım bu söze?
SERVET: Denemeler mi
yazıyor? Sanki ötekiler başka bir şey mi yapıyor? (Kararlı) Bu genç adamla
tanışmak isterim.
EMEL (gülümser): Çok
genç sayılmaz.
SERVET: Daha iyi.
Çünkü şimdi bütün gençler sanata karşı. (Durur.) Kendini genç sanan ihtiyarlar
da sanata karşı. Herkes sanata karşı. Önce şiirden anlamı kaldırdılar, sonra
müzikte melodiyi öldürdüler. Ya resim? Çizgi çizmesini bilmeyenler hemen meşhur
oluyorlar. Sanatı öldürdüler!
EMEL: Onun da pek
yaşamaya niyeti yokmuş demek ki.
SERVET: Geçen gün bir
genç adam yollamışlar bana. Oyun yazarıymış. Nerde oyununuz dedim. Yokmuş.
Artık oyunlardan konuşma kaldırılmış. Öyle söyledi.
EMEL: Pandomim.
SERVET: Yok canım,
‘İçinden anlama’ tiyatrosuymuş. Delikanlı bana bir saat nutuk çekti.
(Delikanlıyı oynar.) ‘Ey küçük kafalı, küçük burjuva seyircisi! Bir bilet aldım
da koltuğuma kuruldum diye bu gevşeme hakkını nerden buluyorsun? Tembel
seyirciye paydos! Oyuncularımızın içinden geçenleri anlamayan senin gibi
seyircilere kapımızı kapadık artık biz!’ (Durur. Üzüntülü) Ne yapsam? (Ellerini iki yana açarak
hareketsiz kalır.) Acaba ben de bostan korkuluğu reklamına mı çıksam?” s.22-23
*
“ CEMİLE: Oyun oyun. Biraz da gerçek oyunlarla ilgilensen
iyi olur. Mesela benim para kazanmak, evi geçindirmek için sahneye koyduğum şu
dikiş dikme oyunlarımla. Ümit’in her sınıfı iki yılda geçme oyununu düzeltsen
biraz. Ya da paralarını içkiye yatırma oyununu adam etsen. Erken emekli olma
oyununun bize neye mal olduğunu bir düşünsen... Ne dersin?” s.34
“ COŞKUN: Özür dilerim. Çalıştığı için biraz sinirli de. Bilmezsin
bu provalar...
SAFFET: Bilirim
bilirim. (Düşünür.) Bu ülkede de çalışan herkes sinirli.
COŞKUN: Onun için
çalışmıyorum artık. Onun için evden çıkmak istemiyorum. Her gün yollarda ve
vasıtalarda gergin yüzler, düşmanca bakışlar, insanı her an tedirgin eden...”
s.35
*
“ COŞKUN: Ey zavallı milletim dinle! (Durur.) Şu anda
hepimiz burada seni kurtarmak için toplanmış bulunuyoruz. Çünkü ey milletim,
senin hakkında, az gelişmiştir, geri kalmıştır gibi söylentiler dolaşıyor. Ey
sevgili milletim! Neden böyle yapıyorsun? Neden az gelişiyorsun? Niçin bizden
geri kalıyorsun? Bizler bu kadar çok gelişirken geri kaldığın için hiç utanmıyor
musun? Hiç düşünmüyor musun ki sen neden geri kalıyorsun diye durmadan düşünmek
yüzünden, biz de istediğimiz kadar ilerleyemiyoruz. Bu milletin hali ne olacak
diye hayatı kendimize zehir ediyoruz. Fakir fukaranın hayatını anlatan zengin
yazarlarımıza gece kulüplerinde içtikleri viskileri zehir oluyor. Zengin
takımının hayatını gözlerimizin önüne sermeye çalışan meteliksiz yazarlarımız
da aslında şu fakir milleti düşündükleri için küçük meyhanelerinde ağız tadıyla
içemiyorlar. Ey şu fakir milletim! Aslında seni anlatmıyoruz. Sefil
ruhlarımızın korkak karanlığını anlatıyoruz. İşte onun için sana yanaşamıyoruz.
Senin yanında biz sığıntı gibi yaşıyoruz. Hiç utanmıyor muyuz? Hiç
utanmıyoruz...” s.50-51
*
“ SAFFET (mahzun): Gidelim Coşkun. Hiç kimse kendi ülkesinde
peygamber olamaz.” s.68
*
“ COŞKUN:...(Servet’e döner.) Biliyor musunuz, bazı
geleneklerimizi ihmal etmekle nasıl çaresiz durumlara düşüyoruz. (Servet
anlamadan bakar.) Canım, mesela şu ölümle-içiçe-yaşama geleneğimizi korusaydık
böyle gafil avlanır mıydık hiç?
SERVET (anlamadan):
Efendim?
COŞKUN (ciddi bir
sesle, anlatır gibi): Eskiden insanlarımız ölümle yanyana, hatta içiçe
yaşarlardı. Eskiden ölüm, küçük mezarlıklarıyla evlerimizin bahçelerine kadar
sokulmuştu. Bu durum bir ihmal sonucu doğmamıştı: İnsanlarımız buna bilerek
izin vermişlerdi. Hatta bu konuda ölümü teşvik etmişllerdi bile diyebiliriz.
Her sokakta ahretin bir şubesi açılmıştı. Her şey belirli bir düzen içinde
yürütülüyordu: Parmaklıklı pencereler, taş duvarlar, bu iş için özel olarak
yetiştirilen serviler... ve her biri, temsil ettiği insana benzeyen o güzelim
mezar taşları... (Başını sallar.) Hayır, hiçbir şey tesadüfe bırakılmamıştı.
SAFFET: Neler
söylüyorsun Coşkun?
COŞKUN: Önemli
mezarlıkların belirli yan kuruluşları vardı. Türbeler, sebiller, bu ahret
kurumlarına daha ciddi bir görünüm veriyordu. Bu tedbirlerin kısa bir sürede
yararı görüldü: İnsanlar, ölümün görüntüsüyle böylesine samimi oldukları için
hayatın anlamını bizlerden daha fazla takdir ederek yaşıyorlardı. (İçini
çeker.) Bizim sokakta da şöyle iki hanelik şirin bir mezarlık olsaydı... ve her
gün işimize giderken kavuklu veya sarıklı bir mezar taşıyla merhabalaşsaydık...
ve çok ihtiyar bir kadının çok gecikmiş ölümü bizi böyle sarsmasaydı.” s.86-87
*
Oğuz Atay
Oyunlarla Yaşayanlar
İletişim Yayınları 1. Baskı (1985)